OCAĞIM SÖNDÜ
Ağaçlar, bahara süslenirken, karıncalar, telaşla etrafa dağılıyordu. Kertenkeleler, kış uykusundan uyanmış gibi taş duvar aralarından bir içeri, bir dışarı girip çıkıyor, bir yandan da kafalarını ‘sonra görüşürüz, sonra görüşürüz’ dercesine bir arkaya bir öne sallayarak etrafı kolaçan ediyorlardı:
“Ben de sizin gibiyin ülen, anamdan doğdum doğalı goştururun..” dedi Mehmet…
Mehmet, namı diğer Hökümet, Doğanca Köyü’nün ileri gelenlerindendi. Zayıf, kara kuruydu, hırslıydı, inatçıydı. Ekmeğini taştan çıkarırdı. Kendi çapında, Konya - Gazipaşa arasında un ticareti yapardı. Civar köylerin de ihtiyaç kapısıydı Mehmet. Kimseyi kapısından çevirmezdi, bu nedenle hali hatırı civar köylere de (Uncu Memet olarak) yayılmıştı. Hayatla mücadele, Mehmet’in işiydi. Karasaban başında çiftçi, tezgâh arkasında bakkal, Konya dönüşünde tüccar, köyü ile ilgili sorunların çözümünde siyasetçi olurdu. Bu nedenle, köylüleri ve civar köylüler hep ‘Hökümet’ derlerdi Mehmet’e... Bu lâkap zamanla hoşuna gider oldu. Tek başına kaldığı anlarda ayna karşısına geçer, üstüne başına çeki düzen verir, elleriyle saçlarını geriye doğru tarar, gururlanırdı. Bu anlar, adeta kendi kendini bir hesaba çekişti, iç muhasebesini tutuştu. Kendisiyle ayna karşısına konuşur, kendi kendine nasihatler ederdi: ”Ülen zibidi Memed, ayanı denk al, köylü kesimi ayaan gaydımı hacamat eder adamı. Hesabını guvvetli yap. Ne az ne çok… İnsaflı ol. Çok çalış, çok gazan, bir de dürüst ol. Evde gazanın gaynaması için de çok gazanman gerekli. Helâl gazanç, ehdiyarlığın sigortasıdır. Dürüst gal, evlilikde de seçici ol ki evin bereketli olsun. Gençlikde kazan ki dolsun kesen…”deyip elindeki izmariti hızla yere attı, hınçla ezdi. Biraz etrafı dolandıktan sonra söylenmeye devam etti:”Ülen Memeed, hesabını dikgatlı yap, kimse senin gocmar suratına heves deel. Hökümet olmak golay deel, bi yıkıldın mı kimse dönüp tenimez yüzüne…” diyerek içeri girdi. Maddî hiçbir sıkıntısı yoktu ama mutlu da değildi. Kendine bile itiraf edemiyordu bu mutsuzluğunu. Dükkâna gelenlerle sohbet etmekten kaçıyor, sadece alış veriş gereği müşterilerine cevap veriyordu. Niye mutsuzdu, niye yüzü gülmüyordu?
Büyük bir aşkla evlendiği Zekiyesi, üç kez hamile kalmış, hepsinde de bebekler anne karnında vefat etmişti. Gidilmedik doktor, çalınmadık kapı, verilmedik sadaka kalmamıştı. Gün geçtikçe, kendisine karşı çevrenin bakışlarının değiştiğini fark ediyordu Mehmet. Bir dost kapısına uğrasa, Zekiye ve doğumla ilgili sorularına cevap vermekten bunalıyordu. Kadınına, Zekiyesine: “Bir çocuğu doğuramadı, rahatlık battı gadına. Adama bi çocuu doğuramadı. Kısır Zekiye..” gibi imalı laflar edildiği kulağına geliyordu Mehmet’in. Hem Zekiye hem de Mehmet bunalıma girmişti. Mehmet, Zekiye’ye hissettiklerini sezdirmemeye çalışıyor, akrabalarının çocuklarını bile Zekiye üzülmesin diye, Zekiye’nin yanında sevemiyordu. Zaman zaman bu mutsuzluk krizleri öyle bir hâl alıyordu ki köyü bile terk etmeyi, hatta intihar etmeyi aklından geçiriyordu Mehmet.
Mehmet, eski günleri, ilk göz ağrısı Zekiye ile evlenmelerini hatırladı. Köyün en güzel kızıydı Zekiye, henüz On dört yaşında, tıpkı Karacaoğlan’ın sevdiği dilberler gibiydi. Zekiye’yi ilk gördüğünde hemen tutulmuştu ama ona sevdiğini söyleyememişti. Herkesin dilindeydi Zekiye’nin güzelliği. Ne yapıp edip evlenmeliydi bu kızla. ”Elimi çabuk tutmazsam, köyün aç gurtlarına yem olur Zekiyem” diye hayıflandı.
Günlerce düşündü, geceler boyu uykusuz kaldı. Hangi yöne dönse, neyle meşgul olsa, aklının bir köşesine Zekiye çıkıp geliyordu. Ne yapabilirdi? Birisine fikir danışsa, ”Hayır, hayır olmaz. Eşeğin aklına garpuz gabını düşürmeyen, birine bi şey sorarın, gider gıza saab olmaya galkar.” Vazgeçti, kimseye akıl danışmayacaktı.
Aklına ince bir fikir geldi, bu düğümü köyde sadece İrebiye çözebilirdi. Çözmek zorundaydı çünkü İrebiye, Hökümet’in sırdaşıydı. Hökümet de İrebiye’yi maddî olarak kollardı. Hökümet, aniden yerinden kalktı, İrebiyelerin sokağında buldu birden kendini. İrebiye, bahçede çalışıyordu. İşaret etti, İrebiye, hemen koştu Hökümet’i görünce. Suratı kıpkırmızı olmuştu İrebiye’nin. “Kötü bir şey mi oldu yoksa? Hökümet, heç bu saadda bura gelmezdi” diye aklıdan geçirdi. ”Buyur Hökümet Ağam” diye seslendi. Hökümet, İrebiye’ye bir çırpıda bir şeyler anlatıp hemen oradan uzaklaştı. Üç gün sonra Hökümet’in dükkâna İrebiye geldi. Acelesi var gibiydi. Dükkânda birilerinin olup olmadığını iyice kontrol etti, sonra içeri girdi. Tekrar etrafına bakındı. Akıllı ve tedbirli kadındı İrebi’ye. Hökümet, işte bunun için seviyor, güveniyordu bu kadına.
-”Ağam, yarın seni, bizim aşşa bükdeki eve bekleyoruz” deyip kuş gibi uçup gitti. Hökümet, sabahı zor etti. Dükkânı Emişeri’ye emanet edip aşağı büke seyirterek vardı. İrebiye’nin aşağı bükte küçük bir barakası vardı. Hökümet, oraya vardı. İrebiye, Hökümet’i görünce hemen koştu. Bu karşılaşmaya tesadüf havası vermek amacıyla seslendi: “Gel Ağam, bi çay iç.”
Hökümet, hemen içeriye doğru yöneldi. İrebiye, birden kapıyı Hökümet’in üstüne kapatıp koşarak dereye doğru uzaklaştı. Oda karanlıktı, ince cılız bir ses:
-”A İrebiye Aba, nerde galdın, bişiler sovudu yaaa!”
Hökümet:” Öhü öhü!
Zekiye, korkmuştu:
-Kim var orda?
-Benim gorkma, ben!
-Sen de kimsin ülen!
-Memed, Memed,yahu Garaslan’daki bakgal Hökümet!
Zekiye, hem korkmuş, hem şaşırmıştı merhabası bile olmadığı bir insanla hem de yabancı bir erkekle yalnızdı hem de yapayalnız. Konuşamıyordu. Kekelemeye başladı.Ya düşüp bayılacak ya da avazı çıktığı kadar bağıracaktı.
-Şey, ya, İrebiye aba ,baa az yardım ediver dediydi, onun için geldiydim. Ayaba, nerdesin,oyn,oyn!
Hökümet :”Boşuna çaaarma. İrebiye getdi.
-Ayen, beni burda mı bırakdı. Şindi ben napacan? Bi gören oldusa ben naparın!
Hökümet, söze girdi: ”Eyi ya işdee !Biz de burda galırız.”
-Oolmaz ,olmaz gendimi öldürürün. A İrebiye aba yuuu!
Gorkma gız, kötü bi şey olmacak. Hem ben seni seviyörün garım olmanı isdeyorun. Hemen nikâhı gıydırırın.
-Ben taa çocuun. Evlenmen ben.
-Evimin gadını olursun gız Zekiye.
-Hem böle şeyleri anam bilir, ona sor.
Hökümet, durumdan hoşnuttu, “demek ki gönlü var” dedi kendi kendine. Bir taraftan sırıtıyor, bir taraftan da Zekiye’yi süzüyordu. Odanın karanlığına alışmıştı, avına yaklaşan tilki gibiydi Hökümet. Geceyi gözleri aydınlatıyordu, birbirlerini seçebiliyorlardı artık. Hökümet: ”Nereddin ayen sen” diyerek Zekiye’ye ufaktan dokundu. Zekiye, geriye çekildi, omzuna değen sıcacık elden etkilenmişti. Durumundan memnun kalmamış gibi davransa da kanı kaynamıştı bu adama: ”E napacaz, anam el de beni gabul etmez galan!” dedi.
Bir süre havadan sudan konuştular, sora konuşmalar gittikçe yumuşamaya, sıradan laflar yerini sevgi sözcüklerine bıraktı.
…..
Tek dostu aynalar olmuştu Mehmet’in: ”Ülen goca Hökümet, ülen tohumu dökülesice Memed, sen bu gadar güçsüz, zayıf olamazsın. Köyünü, civar köylerin garnını doyuran sensin, bu neyin çaresizliği? Helbet vardır Allah’ın bir bildii” diye avutuyordu kendini.
Mehmet, anlık düşünce tufanlarına tutuluyor, bu gün, yarın, gelecek, gençlik, ihtiyarlık muhasebesi yapıyor, bakkalına gelen çocuklara sevgiyle bakıyordu. Hele hele, müşterilerin Mehmet’in özrünü yüzüne vururcasına: ”A Hökümet, benim çocaa da ordan üç dört lokum sar baken” demeleri Mehmet’in çok zoruna gidiyordu. Kendisini en çok üzen de Zekiyesi’nin isminin Kısır Zekiye’ye çıkmasıydı.
Garaslan Meydanı’nda çocuklar, yine cıvıl cıvıl oynuyor, Mehmet de gizli gizli çocukları izlerken şu sözler dökülüverdi ağzından:
Garaslan Çeşmesi, gürül gürül akardı,
Hökümet, hasretile çoluk çocuğa bakardı;
Kör talih bu, bana çürük keş gibi kokardı;
Mevsim kış, buz gibi kucağım,
Mevlâm, ne olur bana da bir evlâd ver,
Benim de tütsün, yıkılmasın ocağım!
Mehmet, bir süre daha aynı sözleri mırıldandı. ”Benim uydurdum türkü buuadar olur, iki iradiyo bari dinleyen” dedi. Radyonun düğmesini kıvırdı. Bedia Akartürk, türkü söylüyordu:
(Hey hey) Çekemedim akça kızın göçünü (of göçünü)
Sırma saçlar bırak dövsün döşünü (döşünü a kız döşünü)
Gülüver de görem mercan dişini (of dişini)
Yol ver bana Çubuk Beli (geçeyim ah kız geçeyim)
(Geçeyim ak kıza gideyim)
(Hey hey) Yaylaların yeli soğuk esmez mi (of esmez mi)
Sevdiğim de rüyalara girmez mi (girmez mi a kız girmez mi)
Girmesen de gönül sana küsmez mi (of küsmez mi)
Yol ver bana Çubuk beli geçeyim (geçeyim ah kız geçeyim)
…
Mehmet, türküye kendini öyle kaptırmıştı ki bir yandan da dinlediği türküyü mırıldanıyordu: “Çekemedim akça kızın göçünü (of göçünü)
Çözemedim Zekiyemin saçını, saçını, Offff!..”
Tezgâh başındaydı Hökümet, kafasını kaldırdığında feleğini şaşırdı birden. Köyün alımlı kızlarından Zekiye’nin kendisini izlediğini farketti. Göz göze geldiler. Mehmet: ”Yosa kız, türküyü kendine mi sööledimi sandı?” diye aklıdan geçirdi. İlk kez böyle bir şey yaşıyordu. Zekiye, başını öne eğdi. Mehmet, kızardı. Toparlanmaya çalıştı. Kendi kendine kızdı: ”Napan lan dürzü, yakışıyörü mü saa elin sabısına iş atmak?” dedi. Eve geldiğinde dalgındı, yorgundu. Eşi Zekiye de, Mehmet’in bu durgunluğunu, yorgunluğuna bağladı; önemsemedi. Mehmet, erken yattı, gözlerini kapattığında Zekiye ile göz göze geldiği o anı hatırladı. Zekiye’nin sureti gözlerinin önünde perde olmuştu adeta ”Zekiye’m!” dedi birden. Zekiye de o an uyandı.”Baa mı çaardın paşam?” dedi. Kendinden utandı Mehmet.
Gözlerini kırpmadan sabahı etti Mehmet. Uyandığında, Zekiye’sinin gözlerine bakmaya utandı. Zekiye: ”Mal melâl, açlığından gırıldı” deyip, Mehmet’le sohbet başlatmak istedi. Mehmet’in keyfi yoktu; sadece: ”Heyye ya, geceden beri çırınıp duruyörür inekler” diye geçiştirdi.
Zekiye, çocuğu olmamasını kabullenmiş gibiydi, kendisini evine, hayvanlarına adamıştı. Mehmet, düşüncelere dalarken Zekiye Mehmet’le göz göze gelmemeye özen gösteriyordu.
Mehmet, Garaslan’a gelmiş, düşünceler içindeydi, kafasını kaldırdığında Zekiye’nin bakkalın kapısından beklediğini gördü. Göz göze geldiler, ikisi de kızarmış, yüzleri alev alev yanıyor; kalpleri doru taylar gibi coşuyordu. Mehmet, telaşla, ceplerine anahtarı aradı, sonra kapıyı açmak istedi. Açamadı. Birden panikledi. Üstelik anahtar deliğini de tutturamadı. Kendi kendine:”Ülen beceriksiz Hökümet, az uyanık ol, gızdan hoşlandını bi çırpıda belli etdin.”
-”Şeker, un, yaa alacadım” dedi Zekiye.
Mehmet, şekeri ve unu, işi ağırdan alarak tartar gibi yaptı, torbayı doldurdu. Zekiye, parayı uzattığında, Mehmet ilk başta parayı almak istemedi. Birden ne aklından geçtiyse, parayı hemen Zekiye’nin elinden çekip aldı. Parayı bozar gibi yaptı. Zekiye’ye geri verdi, bu arada ikisin elleri birbirine değdi. Yüzleri kızardı, Zekiye, dudaklarını ısırdı, avuçları terledi. Sıkıca tuttuğu kâğıt para sırılsıklam olmuştu. Mehmet, o an mutlu olmuştu, bir yandan da beğenmek ve beğenilmek hoşuna gitmişti ama suçluluk duygusu daha ağır basıyordu.
Hökümet, kafasını kaldırdığında korktuğu başına gelmişti. Bakkal Emşeri Şevket ile Hatıp, birbirlerine Mehmet’i işaret ederek gülüşüyorlardı. Hemen Mehmet, kızardı, bozardı. Sessizliği bakkal Hatıp bozdu:
-Öhü öhü! Efe, iki yollu şeftah (siftah) etdin. Haaaa!
Dünya gadar malın olacana, fındık kadar…
Mehmet, fırsat bildi Hatıp’ın bu ağız gevşekliğini:
-Kes Hatıp, müşderi o ayıp ayıp senin dediin.
…….
Emişeri Şevket ile Hatıp’ın kahkahaları Garaslan’ı inletti. O an, dahın ağacından iki alabış ürkerek kaçtı. Uzaklardan gelen bir karga da aynı dala kondu. Mehmet, mahcup ,kızarmış bir halde içeri girdi. Emşeri Şevket Mehmet’le dalga geçmeye devam ediyordu: ”A Hökümet, a Hökümet, Garaslan Meydanı boşdur, biz sinek avlarekene, Zekiye’nin senin dükganı beklemesi daha da hoşdur…”
….
Günler su gibi akıyor, Zekiye, Mehmed’in bakkalına gelişlerini sıklaştırırken ,Garaslan esnafı da dedikoduyu zirveye çıkarmıştı. Zekiye ile Hökümet’in aşkından bütün köy haberdardı artık…
Direvli insanı bu, hoşgörülü, sevecen ,eğlenmeyi, coşmayı, içmeyi; bunun yanında mizahı da çok sever, yeter ki ellerine işleyecek bir malzeme geçsin. Hökümet ile Zekiye’nin aşkı dile dolanmış ağızdan ağıza köyü dolaşmaktadır:
Hökümet, Gonya’da un gomadı topladı;
Zekiyeci görünce yürecii hopladı.
Garaslan’dan geçen gara köpek havladı;
Hökümet, bir bakışıla Zekiyecii tavladı.
Emişeri’ylen Hatıp, sinek gomadı avladı;
Hökümet’in bakgala uğradı da Zekiye,
Un, helva,yağ, şeker ne olursa doldurdu hebeye;
Hökümet, şekeri hep gantarda dardardı;
Ehdimal, biri görecek mi deyi;
Ödcezi sıdar gorkardı.
Eksik, ihtiyaç biter mi heç bir evin;
Zekiyecik beleni aşdı,Hökümet sevin!
Zekiye’den kıyıda ,köşede kalırdı bakiye.
Hökümet,selâm durur âtiye.
Esas Zekiye, duymuş aşgı gamıdır;
Garaslan’dan bi ilaf gelir mi dee sanıdır;
Zekiye’ni halet-i ruhiyesi bozuktur;
Hökümet, Garaslan’da ne b.k yer hep sordurur;
Zekiye evde mal melâl gomadan tapıdır.
Hökümet bu, sır vermez durmadan sanıdır,
Zekiye çekişir,Hökümet,yuvruu anıdır.
Anıtmak ney, evde sofrayı da dağıdır.
Garaaslan’dan geçen gara köpek havladı;
Hökümet, Zekiyeci bir bakışıla tavladı.
Emİşeri’ylen Hatıp, sinekleri avladı.
Hökümet, akıllı,sezgili bir insandı.esnaflıktan gelen tecrübesi ile etrafındaki olayları tahlil edebiliyordu.Karısı ile konuşmaya karar verdi.Eve geldi.Yemeği hiç konuşmadan yediler.Zekiye, Hökümet’in aklından geçenleri sezmiş gibiydi.Kömürde pişirdiği çaydan birer bardak doldurarak Hökümet’in karşısına boynunu bükerek oturdu.Zekiye, etrafta dolanan dedikodulardan haberdar olduğunu söyledi..Eşine, ilk gözağrısına saygısızlık olmaması için hep susmuştu.Gene sustu.Ne de olsa eksik bir kadındı.Sevdiğine yıllar olmuş bir çocuk doğuramamıştı.Hökümet, konuştu Zekiye dinledi.Hökümet konuştu, Zekiye sustu. Hökümet sustu, Zekiye sustu. Çaresiz boynunu büktü;kolay değildi ikinci sınıf olmak. Kolay değildi aynı yastığa baş koyduğu erkeğinin soluğunu teninde hissederken onun bir başkasını düşündüğünü bilmek…Kolay değildi, onca engelleri aştığı, ilmek ilmek dokuduğu sevgisinin başkasıyla bölüşüldüğünü bilmek. Çok düşündü, çok ağladı, çok yalvardı. Geceleri sabahı zor etti, gündüzleri kendine dar etti. yüreğine. Gözyaşlarını içine akıttı. Ne yapabilirdi ki Neyi değiştirebilirdi? Hiç bir şeyi…Toplumun gözünde hep eksik kadındı.Eşine bir evlat veremediği sürece de hep eksik kadın kalacaktı..<Onların gözünde “Kısır Zekiye’ydi.”
Günlerce düşündü,ağladı Zekiye…Hayır, dese ne olacaktı sanki, kim dinleyecekti. Oysa Mehmed’i, Hükümet’i kendisi gibi eksik olsaydı ,Hökümet’in çocuğu olmasaydı evlenir miydi Zekiye? Hayır, Allah gorusun, dedi kendi kendine. yerinden kararlı bir şekilde de kalktı Zekiye,Hökümet’e:”Memedim, hakgım saa helâldir, benden çoor çocuk olmayayor, yarın yaşlanacaz, elimizden dutan olmayacak, onun için bunun vebalini ben daşıyaman ,Zekiye’yi get isded..Evlenebilirsin.” dedi ama şart koştu. Nikahını vermeyecekti. Hökümet,dünden razıydı buna:”Ülen bu iş düşündüümden de golay olacak.” dedi hemen şartı kabul etti…
Bir yanı kış, bir yanı bahar gibiydi Hökümet’in. Bir yandan ilk göz ağrısı,diğer yandan son kalp ağrısı…Hökümet, karar aşamasındaydı, evin bahçesinde, bir oyana bir buyana volta atıyor, önüne gelen çakıl taşlarına arada bir de tekme atıyor, ardından tükürüyordu.:”Mevlâmın baa imtanı galiba,iki Zekiye bir galbe sığar mı? Gader mi? Tesadüf mü? Yok yok, benim inancımda tesadüf yokdur, olsa olsa bu gaderdir, gader..!”
Hökümet, bir süre hareketsiz kaldı, taş bir heykel gibiydi. bütün sinir uçları, kasları gerilmişti. Durdu, badem ağacına yaslandı. Zekiyesi ile geçirdiği günler, bir film şeridi gibi geçti gözünün önünden, gözleri doldu. Hınçla sıktı yumruğunu, ağlaya ağlaya kafasına yumrukluyordu: ”Lânet olsun. Hem üşüyorun hem de yanıyorun.Hem tokum hem açım..”dedi. Zekiye’nin ailesine haber salındı.
Olaylar hızla gelişiyordu. Zekiye’nin ailesi, Hökümet, evli olduğu için bu evliliğe karşı çıktılar, Zekiye’ye sorma gereği bile duymadan aynı köyden Ali ile acilen nişanladılar Zekiye’yi. Hiç hoşnut değildi Zekiye bu durumdan, üstelik Ali de biraz saftı. Hökümet gibi bütün köye hükmeden, akıllı, görgülü, hali vakti iyi biri varken Ali kimdi ki?.”Sümsük, bütün Alilerden nefret ediyorun. İmansızın eni.”dedi. Söylene söylene bahçeye yöneldi Zekiye, sevdiği adamsız, Hökümetsiz soluk alamazdı, yaşayamazdı. Aşkı için evdeki herkesi karşısına almıştı, özellikle aile fertleri eve toplandıklarında, Zekiye’ye baskı yapıyor, Zekiye’yi hep ağlatıyorlardı. Komşular,her gün bu kavgaları dinlemekten bıkmışlardı. Hatta, bu kavgalara şiirler bile uydurulmuşlardı:
Garaaslan’dan kükrer goca bi aslan,
Gel Hökümetim, şölee yanıma yaslan.
Garasalan ‘dan daşınır gutu gutu beksimet,
Gız sandık, ülen erkek çıktı bizim Zekiye,
Ülen gız bobası, gel bu çocu sevdine teslim et.
Sincekgoya’ndan mezerlee sıçırar ala bir tirik,
Zekiye,Hökümet, Hökümet diye diye gendini yitirik.
Zekiye ile Hökümet’in gizli gizli buluşmaları sıklaşmıştı. Etrafta dolaşan dedikodular, Zekiye’nin ailesinin kulağına kadar gelmişti, Zekiye’yi bir akşamüstü abisi çok kötü dövdü;artık dayanamıyordu Zekiye, Hökümet’e tez haber saldı .Hökümet ,Zekiye’yi kaçırmak için Plânlar yapmaya başladı. Ne yapabilirdi de Zekiye’yi bu işkencelerden kurtarabilirdi?
……
Hökümet, Zekiyesine kavuşmak, Zekiye’yi ailesinin işkencelerinden kurtarmak için plân yapmaktadır ama önce hayvanlarının daha rahat otlatmak ; uygulayacağı plânın daha iyi işlemesi için İşamalanı’na (Çamalanı) bir an önce taşınması gerekmektedir.Üstelik Hökümet’in yaylaya taşınması ,ailesi tarafından Zekiye’nin özgürleştirilmesi demekti. Gülümsedi Hökümet..Kısa sürede sürüsünü ve eşyalarını da toparlayıp yaylaya taşındı ama. Zekiyesi bir türlü aklından çıkmıyordu. Hökümet, arkadaşı Mehmet’ten yardım istedi. Çevrede Almanyalı Memed ya da Mehmetcik olarak bilinen arkadaşı, Hökümet’i çok sevmektedir. Hemen yardım etmeyi kabul etti.
Mehmet, Zekiye’ye hemen ulaştı: ”Size misafirliğe gelecen,sen inekleri sulamayı mahana et, seni İşamalanı’nda Hökümet bekleyor. Seni ona gaçıracan.”der. Zekiye, tedirgindir. Sonuçta Almanyalı Memed de bekâr biridir. Onunla ıssız ormanlıklardan geçerek en az iki saat yol gideceklerdi. ”Ya beni Hökümetime götürmez de gendine gaçırırsa, ya ormanda bana bir şey yaparsa…”
…
Zekiye, çaresiz Mehmed’in dediklerini yapmak zorunda kaldı. inekleri sulama bahanesi ile dışarı çıktı. Biraz sohbetten sonra Mehmet de bahaneyle evden çıktı Zekiye‘yle ıssız yollardan geçerek, yaylaya ulaşabileceklerdi. Yürüdüler yürüdüler, Zekiye, köyden uzaklaştıkça geriye dönüp baktıkça, evlerin, bahçe duvarlarının gittikçe küçüldüğünü görüyordu. Belki de attığı şu adımlar kendisini yeni bir felâkete götürüyordu. Mehmet’le aralarına bir iki adımlık bir mesafe bırakmış, Mehmet’in ardından yürüyordu. Bir saat kadar hızlı hızlı, hiç konuşmadan, hiç kimsenin geçmediği yolları kullanarak yürüdüler. Zekiye, Mehmet’le göz göze gelmemeye çalışıyor. Mehmet’in sorularına ya kısa cevaplar veriyor ya da başını sallıyordu.
Garanı Dere’ye yaklaşmışlardı. Adı gibiydi Karanlık Dere, etrafı sık ve ulu ağaçlarla çevrili, başını göğe kaldırdığında gökyüzü ve güneşi görmek imkânsızdı. Issız ve karanlık olduğu için Garanı Dere adı alması da tesadüf değildi. Garanı Dere’ye yaklaştıkça Zekiye’nin korkuları da artıyordu. Mehmet:” Az bi dinlensek nahıl olur?” dediğinde Zekiye’nin korkudan dizlerinin bağı çözüldü. Yüzü yandı,elleri tıtremeye başladı: ”Gorkduum başıma gelmese bari.” dedi. Adımlarını sıklaştırdı. Mehmet, Zekiye’nin ardından koşturmaya başladı:”Zekiye, dur hele çatlacan zatiii!.” Zekiye, Mehmet’i duymuyor, korktuğu, göğüslerinin hızla aşağı yukarı inip çıkmasından belli oluyordu. Mehmet, bir anda Zekiye’nin o an ne hissettiğini, ne düşündüğünü anlayıvermişti. Hem Zekiye’ye yetişmek için koşuyor hem de kahkaha atıyordu. Garanlık Dere, Zekiye’nin korkularına tanıklık ederken, Mehmet’in de kahkahaları ile yankılanıyordu. Zekiye, eliyle ”sus” işareti yaptı. İşamalanı’na, Hökmet’ine yaklaştıkça Mehmet’le ilgili düşündüklerine pişman olmaya da başlamıştı…
Çamalanı’na geldiklerinde Hökümet ,yaylanın aşağı tarafında davarları otlatıyordu. Etrafta Direvli’den çobaların olma ihtimali vardı. Tedbirli olmak zorunda idiler. Bir kaç gün, Zekiye’nin ailesinin ve nişanlısı Ali’nin Zekiye’nin burda olduğunu duymamaları gerekiyordu. Bundan dolayı hiçbir tanıdığa görünmemeleri lâzımdı. Mehmet, Hökümet’e geldiklerini bildirmek amacıyla ıslık çalıyor, bir yandan da garip sesler çıkarıyordu .Nihayet Hökümet, onları gördü, sürüyü bırakıp Zekiyesine doğru koşmaya başladı. Mehmet’le hasretle kucaklaştı. Zekiye’ye sadece kafasıyla selam verip gülümsedi.
Almanyalı Mehmet, arkadaşı Hökümet için kendisini tehlikeye atmış, sevenleri birbirine kavuşturmuştu. Hökümet, bunun altında kalmak istemedi.. Almanyalı Mehmed’e yaptığı fedekârlığın karşılığı olarak para vermeyi teklif etti. Mehmet, Hökümet’in bu teklifine çok sinirledi:”Hökümet Ağam, bizim dostlumuz para üzerine gurulu deldir.Ben paraya tamah etsedim,Alamanya’dan dönmezdim” dedi ,mutluluk dileyerek İşamalanı’ndan ayrıldı
Zekiye’nin kaçmasına Zekiye’nin ailesi dışında kimse şaşırmamıştı .Olay, köyde birkaç gün konuşulduktan sonra hemen unutuldu. Zekiye artık Hökümet’in imam nikahlı karısı olmuştu…Evde iki gelin olmuştu artık biri büyük Zekiye, diğer Küçük gelin Zekiye. Büyük gelin Zekiye, ilk başta çok zorlandı, yadırgadı sevdiği erkeği paylaşmayı. Küçük gelin, her zaman büyük geline saygıda kusur etmedi,. Büyük gelin Zekiye, her şeye alışmıştı ama şu kahrolası geceler yok mu deli ediyordu. Keşke hiç akşam olmasa da bağda ,bahçede dinlenmeden çalışsaydı. Ekmeğini, kıyafetlerini, evini bölüşmek zoruna gitmiyordu da sevdiği adamı Hökümetini, Mehmedini paylaşmayı içine sindiremiyordu. Geceleri uykuları kaçıyor, küçük gelin Zekiye’nin Mehmedine bir de bebek doğurma ihtimali Zekiye’yi deli ediyordu: ”Bir ekmee ikiye belerdik, üç olduk; bir de çocuk gunnarsa(doğurursa) dört olacak .Dört boğaz ,ben de hep eksik ve az galacan..Evde bir sığıntı olmaktan öteye geçemecen. O ,doğuracak ben çocuk b.ku yıkacan, O, çatlacak(doğuracak) ben bakıcı olacan. Çıldıracan yaa!”diye diye sabahı etti…
Zaman su gibi akıyordu, büyük Zekiye, kendisinde bazı değişiklikler hissetmeye başladı, farkındaydı yine hamileydi: ”Dolamaya galasıca azgın deke, gene eddi edeceni, acıyı çekecolan gene ben olacan..”diye sızlanıyordu.Hökümet’e durumu anlattı.Hökümet, gayet olağan karşıladı: ”Gene ölür ende gannındaki hanım, yeter ki saa bi şey olmasın..” diye geçiştirdi.
Günler, haftalara, haftalar aylara eklendi.Gene acı, gene Zekiye’nin feryadları beklendi.Zekiye’nin karnı burnuna dayanmıştı.Hökümet:”Benim garının çocu, ha düştü ha düşecek..”diye düşünürken.Gece yarısı korkunç bir sancı ile uyandı Zekiye:”Herif, kalk ölüyorun!”
-Olaca belliydi-diye sızlandı Hökümet, Küçük gelin Zekiye’ye seslendi.”Zekiyeeee, galk,galk aban sancılandı, bi şeyler yap…”Sıcak sular, temiz bezler hazırlandı. Küçük Zekiye, büyük gelin Zekiye’nin başında pervane gibi dönüyor, büyük gelin Zekiye ile göz göze gelmemeye gayret ediyordu:”Hangı ara becellediler endee çocuu?” diye sessiz düşündü,kıskandı;kendi kendini yedi;sonra ,haksızlık ettiğine karar verdi.Sabaha karşı bir kız çocuğu dünyaya geldi.Hökümet, şaşkındı yine de bebeğe yaşama ihtimali vermiyordu. Bu güne kadar Zekiye’nin hamilelikleri hep fiyaskoyla sonuçlanmıştı. Bu yüzden şaşkındı Hökümet. Babalık sevincini bu sebeple hep erteliyordu..
Eski günlere döndü Hökümet… Zekiye’nin biricik anasını, Ayşe’yi hatırladı. Annesi Ayşe’nin ne şartlar altında Zekiye’yi yetiştirdiğini düşündü.. Ayşe, Direvli’den Seyfe’ye gelin gider. Ali ile görücü usulü ile evlenirler. Evliliğin ilk yılı birbirlerine alışma evresi olmuştur. Ali’nin maddî olarak hiçbir sıkıntısı yoktur, zaman zaman Gazipaşa tarafına gittiğinde günlerce eve dönmemektedir, eve geldiğinde de Ayşe’ye kötü davranmakta, Ayşe’yi dövmektedir. Ayşe, hamile olduğunda aldatıldığını öğrenir. Günlerce, aylarca bunun acısını yaşar. Zekiye’nin doğumuyla teselli olur. Zekiye’nin doğumu Ali’yle olan ilişkilerini düzeltmemiş, Ali, bir kaç ay sonra Ayşe’nin üstüne bir de kuma getirmiştir. Ayşe, yuvayı kurtarmak için ne yaptıysa çare olmamıştır. Zamanla arada saygı, sevgi kalmadığı gibi, Ali, Ayşe’ye olan şiddetini artırmıştır. Ayşe’nin dayanacak gücü kalmamıştır artık. Zekiye’yi sırtına bağladığı gibi yürüye yürüye köye gelir .Ayşe, köye geldiğinde belli bir dönem, babasına ait, derme çatma evde yaşamak zorunda kalır.Zekiye, büyümektedir, çevrede anne babasıyla mutlu bir hayat yaşayan çocukları gördükçe Zekiye, babasını sormaya başlar. Ayşe, çocuğuna yalan söyleyemezdi, durumu Zekiye’ye anlayabileceği bir şekilde anlattı. Ayşe, Zekiye’yi hiçbir zaman babasını kötü anlatmaz, Zekiye’nin babasını ziyaretine engel olmazdı .Zekiye, babasını görmek için sık sık Seyfe’ye giderdi. Köyden ayrılır ayrılmaz annesinin hasreti yakardı yüreğini.”Nie ben de anamla babamla birlikde yaşayamayörün.”diye isyan ederdi. Babası ile birkaç gün hasret giderdikten sonra köye dönüşlerde baba hasreti başlardı minicik yüreğinde.Babası , Zekiye’yi çok severdi. Zekiye, köye dönerken ona günlerce yetecek erzağı özene bezene hazırlardı. Zekiye’nin baba ziyaretleri Hökümet’le evlendikten sonra da devam etti. Hatta bir seferinde Zekiye, ikinci çocuğunu doğurmuş, büyük çocuğu da Seyfe’ye giderken küçük Zekiye’ye emanet etmişti.. Zekiye, köyden ayrıldığında anne hasretine dayanamayan çocuk, ağlamaya başlar, küçük Zekiye, çocuğa bağırır, Hökümet, küçük Zekiye’nin çocuğa bağırdığını görür,”Çocum,aç mı susuz mu yosa bi yeri mi ağrıyörür bi sor, gadın gısmı gıskanç işde ne bilecek,ökesini çocukdan çıkarır..”der. Gözyaşlarını tutamaz. Ne yapabilirdi ki ağlayan çocuğu, ağlatan da karısıdır..
Düşündükçe eskilere daha eskilere gitti Hökümet…Babası aklına düştü birden çok acımasız biriydi babası.Belki de hayata bu kadar güçlü tutunabilmesini babasının kendilerine taviz vermemesine borçluydu.
Hökümet, büyük zekiye ile daha yeni evlenmişler, gelecek kaygısı ikisinin de yüreğine işlemişti, Hökümet, ufak çaplı çift çubuk, hayvancılık işleri ile uğraşır, büyük Zekiye de dağa defne yaprağı, kekik toplamaya gider, eve katkıda bulunurdu. Köye bakkal açmaya karar verdi Hökümet,Köylü ufak tefek ihtiyaç için kasabaya her zaman inemiyordu. Kasabaya inen herkese de ihtiyaç listesi verilmiyordu.. Listeyi alan da , haklı olarak kırk dereden su getiriyordu.
Bir Cuma günü Garaslan Meydanı’nda etraftan babasının tarlalarını satışa çıkardığını duydu Hökümet:”Bu kadar acımasızlık da fazla boba be! Ah Gökamat,ah Gökamat,içerime bırakdın bi afat” diye sızlandı. Çocukluğunun geçtiği evleri, emek verdiği bağ bahçeler başkasının olmamalıydı. Evde derin düşünceler içerisinde idi .Büyük Zekiye, durumu çoktan duymuştu: ”Üzülme Ağam, benim bobamdan galan yerleri satalım. Bize yakın bobaan yerleri daha gıymatlı oraları alalım.” dediğinde dünyalar Hökümet’in oldu:”Bobam, bizi düşünmez emme, ben ata topraa elin olmasın de düşünürün..”der. Büyük Zekiye’nin yerler satılır satılmaz ,Hökümet’in babasının satılığa çıkardığı tarlalar alındı.Mutluydu Hökümet, hanımıyla gurur duyuyordu.Bır yandan da:” Yosa bobam, bizi adam olsun, hazırcı olmalım mı de böle yapdı.”diye aklından geçirdi.
Zekiye’nin doğurması köyde şaşkınlıkla karşılandı,hatta ,Zekiye’nin Hökümet’e inat doğurduğu lafları ediliyor,Hökümet’le karşılaştıklarında bıyıkaltı gülüşüyorlardı.
Bebek doğalı nerdeyse altı ay olmuştu, Hökümet, bebeğe Dürdane ismini verdi. Dürdane, zamanla serpildi, buğday tenliydi, simsiyah saçlarını arkadan örerdi. Dürdane , büyüdükçe Hökümet’in sevgisi de Dürdane’ye karşı gittikçe büyüyordu.”Çocumu mutlaka okutmalıyın..Anası gibi benim gibi köylerde sürünmesin. Gocasının eline bakmasın benim gızım..”diye diye iç geçirirdi…
Doğanca’nın eski uygarlıklara dayanan bir tarihi vardır. Osmanlı arşivlerin mahallenin adı Kayre-i Deruli veya Kayre-i Develi olarak geçer.Köyün Osmanlı Dönemi’ndeki adı Deruli'dir. Zamanla halk ağzında Develi veya Direvli(Bir evli) olarak değişmiştir. köye, 1967 yılında muhtarlık hakkı verilmiştir. Köyün ilk yerleşimi de eski çağlara dayanmaktadır. Köyde, Etiler, İyonyalılar ve Romalılar dönemlilere ait kalıntılara rastlanmaktadır. Kalıntılar ve kaya mezarları üzerinde yapılan araştırmaya göre köye ilk yerleşen sülalenin "Memişler" olduğu tespit edilmiştir. Daha sonra "İmillerin" (Emiroğulları) Alanya'dan “Alaattinoğullarının” ise Buhara'dan gelerek yerleştiği rivayet edilmektedir. Molla Ahmetler ise Gazipaşa’dan gelerek köye yerleşmişler; Özcanoğulları da Malatya tarafından gelerek buraya yerleşmişlerdir. Plevne Savaşında Gazi Osman Paşa'nın yaveri Hüseyin Çavuş da bu köydendir.1900’lü yıllarda Kinistine(Gökçesaray) köyünde de suyla çalışan hizarlar olduğu söylenir.1920 yılına kadar Anamur'a bağlı kalan köy, 1949 yılına kadar Alanya'ya bağlı kaldı. Daha sonra da Gazipaşa'ya bağlanarak Doğanca ismini almıştır. 1917 yılında köye mescit yapılmış ve eğitimin ilk adımları atılmıştır. Bir süre sonra bu mescit kapatılmış, 1938 yılında, Anamurlu Osman Muallim aynı yerde eğitim ve öğretimi tekrar başlatmıştır. 1942 yılında ise Mahallede Yakup Sönmez eğitmen olarak göreve başlamıştır. Yeni yapılan ilkokulu açmış ve 1956 yılında bina yeniden yapılmıştır. 1966 yılından itibaren öğretmen sayısı artmıştır.. Köklü bir tarihi olan Direvli’nin merkez köy olması, çevre köylere nazaran daha gelişmiş olması oldukça doğaldır.
1967 yılıydı ,Doğanca Köyü, civar köyler içinde en gelişmiş olanıydı. Köyde tarımın yanında orman kesimi, kesilen ormanın yerine fidan dikimi ve mangal kömürü üretiminden de ciddi anlamda gelir sağlanıyordu.Karayolu taşımacılığının çok gelişmediği 1940’ larda da buraların ağaçlarını Alanyalı Kaptanoğlu ,Hasdereli kereste tüccarı Hacı Mehmet Arslan’ın oğulları adına kestirirdi. Hazırlanan kerestelerin bir kısmı karadan, çoğunluğu da Direvli Deresi’nden denize ulaştırılır, gemilerle Mısır İskenderiye’ye ihraç edilirdi. Ağaç işinde çalışan işçiler de yevmiye 25 kuruş alırlardı.1960’lı yıllarda ,Direvli’deki ağaç kesim işlerini, tahtacılar da yapmaya başladı. Tahtacılar , ağaç kesmeyi, biçmeyi, işlemeyi öğrenmişler. Bu nedenle “Tahtacı” adını almışlardır, Ege, Akdeniz Bölgelerinde yaygın olarak orman ve ağaç işlemeciğiyle uğraşmışlar, bu yıllarda Direvli’de de iş yapmaya başlamışlardır..
Köyün düzenli gelir kaynaklarının oluşu, köyde iş yerlerinin açılmasına vesile olmuştu. Köyde, üç bakkal, bir tuhafiye, bir berber ve bir ekmek fırını hatta seyyar bir dişçi bile faaliyete geçmişti. Cuma günleri, civar köylerden gelenler, Doğanca’da hem Cuma namazını kılarlar hem de alış veriş yaparlardı. Doğancalıların şanslı yanlarından birisi de 150 öğrencisi olan bir de ilkokulu vardı. Dürdane, en azından beşinci sınıfa kadar bu okula gidecekti .”Hele beşe gadar bi okusun benim gızım, gerisi Allah kerim.” dedi Hökümet…
Okula yazdırıldı Dürdane, birinci sınıfı başarıyla geçti. İkinci yıl daha bir istekli gidiyordu Dürdene okula. Zeytinburnu’ndan okula yeni yazılan Nafiye ile arkadaş olmuşlardı. Nafiye, beyaz tenliydi, simsiyah saçları beline kadar iniyordu. Dürdane ile bir araya geldiklerinde zamanın nasıl geçtiğinin farkına varamazlardı. Yıllar hızla geçiyor, Nafiye 3.sınıf,Dürdane 4.sınıf olmuştu; artık kasabadaki ortaokula, sonra liseye gideceklerini, beraber bir ev bile tutabileceklerinin hayâlini kurabiliyorlardı.
Dürdane, büyüdükçe evdeki sorumlulukları da üstüne alıyordu. Büyümüş de küçülmüştü sanki, sabah erkenden kalkar, hayvanları yemler, evin temizliğini yaptıktan sonra, hevesle okula giderdi. Okul bahçesinde Nafiye ile buluşur, ders aralarında oyunlar oynarlar, öğle aralarında, bazen azıklarını karıştırırlar, bazen de Dürdanelere giderlerdi. Zekiye, Nafiye’yi kızı gibi sever, Dürdane ile eve geldiklerinde çocuklar gibi sevinir, en güzel yemekleri onlar için yapardı.
Nisan ayıydı, Okul Müdürü Ahmet Solmaz’a İlköğretim Müdürü Kemâl Güzel , Doğanca İlkokulu için ayrılan Maarshall Yardımı kapsamındaki süt tozlarını köye götürmesi ve çocuklara içirmesi, gerekliliği ile ilgili haber gönderir. Ahmet Öğretmen de İlköğretim Müdürlüğü’ne, Amerikan süt tozlarının öğrenciye içirilmesinin gerekli olmadığını; çünkü Doğanca Köyü’ndeki her öğrencinin gerekli süt besinlerini evlerinde karşıladıklarını, Müdürlüğe bildirir…Neydi bu yardım, Ahmet Öğretmen, bu süt tozlarına niçin karşı çıkıyordu: “Maarshall Yardımı kapsamında Türkiye’ye gelen yardım kalemlerinden birisi de süt tozuydu. Süt tozundan ilkokul öğrencilerinin hepsi içmek zorundaydı. Böyle bir zorunluluk olamazdı. Bunun altında sinsi plânlar olabilirdi. Hayvancılığın bu kadar çok olduğu bir ülkede, hele hele Doğanca gibi bir köyde, bu zorunluluk çok saçma geliyordu Ahmet öğretmene. Süt varken süt tozu içmek, hiç de masum gelmiyordu , bu sadece bu tür malzemelerle, Türk toplumunun hücrelerine tesir etmek ve tüketim alışkanlıklarını değiştirerek Türkiye’yi kendilerine bağımlı hale getirmekten başka bir şey değil.”diye düşünüyordu Ahmet öğretmen. Düşüncelerini biraz daha nazikleştirerek. ”Köyümüzde süte ihtiyacı olan öğrenci yoktur.” diye Müdürlüğe bildirdi
İlköğretim Müdürü Kemâl Bey, Ahmet öğretmene, Amerikan sütlerinin mutlaka Doğanca İlkokulu’na götürülmesi gerektiğini, sütleri kaynatarak öğrencilere içirilmesinin bir zorunluluk olduğunu; verilen emri uygulamak zorunda oldukları görüşünde ısrar etti. Ahmet öğretmen, emri yerine getirmek zorunda kaldığının farkındadır, söylenmeye başladı: ”Zehirleyecekler çocukları, bu sütleri istemediğimi kaç kez söyleyeceğim, dinlemediler, dinlemediler. Dinletemedim..”
“Maarshall Yardımı kapsamında verilen süt tozlarının kaynatılması için odun, çalı ve çırpının okula getirilmesi gerekmektedir. Vekil öğretmen Hüseyin Torun’un da maaşını alabilmek için çarşıya inmesi gerekiyordu. Öğrenci başıboş kalamazdı. Günlük ders plânlarının da buna uygun yapılması gerekiyordu. ”Serbest Etkinlik” adı altında 4.5.sınıflar okul bahçesindeki ağaçların dibini kazmak için görevlendirildiler ve başlarında Ahmet Solmaz öğretmen bulunacaktı.Diğer sınıflar da Çamalını (İşamalanı) Yaylası’na hem kar görmeleri hem de çalı çırpı getirmeleri için görevlendirilirler, başlarında da üst sınıflardan çevreyi iyi bilen Mehmet Çetin vardır.
Dürdane, akşam , babasına İşamalanı’na kendisinin de gitmek istediğini söyledi, Hökümet, biricik kızını kırmadı, konuşmaları dinleyen Zekiye de :”Yavrucum, kaç zamandır içim yanıyörü bi sofra bezi al da gelirke, İşamalanı’ndan birez kar alaeel.” dedi. Hökümet, un getirmek için Konya’ya gidecekti. Hem yol hazırlığı yapıyor hem de Dürdane’yi izliyordu: ”Daha dün gibiydi doğuşun, bir anda ışıtdın dünyamızı, yumuk yumuktu gözlerin ;pamuk pamuktu ellerin, anaan çektiği sancıları, o anki umutsuzluğumu gün gibi hatırlıyörün. Sağlıkla, mutlulukla böyü a yavrum,oku ,oku,vatana ,millete,köyüne faydalı ol emi!” diye mırıldandı. Gözleri doldu, elinin tersiyle gizlice gözyaşlarını sildi.
Evde tatlı bir telaş vardı. Dürdane, uzun zamandır ilk defa köy dışına çıkacağı için oldukça heyecanlıydı. Bahar geliyordu; ev ,bahçe işleri; okul; hayvanların bakımları… iyice bunaltmıştı Dürdane’yi:”Yarın yaylada Nafiye ile doya doya karda oynayıp kayacan. Allahım, sabah oluverse de gediversek..”diye aklından geçirdi. Yüreği kıpır kıpırdı. Bir türlü uyuyamıyordu, Nafiye de uyuyamamış mıdır acaba, diye aklından geçirdi. Kalktı, bir bardak su içti. Yerinde duramıyordu. Çardağa çıktı. Zeytinburnu yönünden efil efil esen rüzgâr, önce alnını sonra da yüzünü okşadı.”Nafiye uyuyamadı heralda, bana serinlik yolladı.” diye aklından geçirdi. Gülümsedi. Gökte milyonlarca yıldız kümelenmiş, geceyi aydınlatıyordu. Ay, Gevenes’in üzerinden gülümseyerek el ediyor;.Üçkonak’ın altından akan dere, denize selam götürüyor, mezarlık tarafındaki baykuşlar acı acı sesler çıkarıyordu .Dürdane, temiz havayı birkaç kez içine çekti, odasına çekildi..Zekiye, Dürdane’nin tıkırtısından olacak ki kan ter içinde uyandı.:”A guzum, sofra bezini unutma bakeeen!”diyerek tekrar uykuya daldı.
Sabah olmuş, Dürdane erkenden uyanmıştı. Evin içinde keklik gibi bir içeri bir dışarı sekiyordu. Ağırlığın yarısı kadar kara tencere ile ocaklığa yöneldi, tencereyi sayacağın üstüne dikkatle yerleştirdi.. Ateşi ölçerdi, yeni sağdığı sütü süzdü.Komşu ile değişik yapacakları sütü, kertikli çöplerle ölçerek sitile doldurdu…
Hökümet, yeni kalkmıştı, Dürdane ile gözgöze geldiler, birbirlerine gülümsediler. Dürdane, bulaşıklıktan aldığı isli çaydanlığı közlerin üstüne koydu: ”A buba, tüp bitivermesin, hem sen böyle taa çok hazedersin çayı..” diye lafı süsledi.
Hükümet gururluydu, böyle akıllı, evin geçimini iyi bilen bir evlâdı olduğu için. Seslendi:”A guzum, Gonya’dan eksik ,ehdiyaç ne varsa anan ele de sölever alaan gelirken..” İstenen liste bir çırpıda hazırlandı…
Zekiye, akşamdan hazırladığı sofra bezini Dürdane’ye verdi: ”Gızım, aşamıla gelike, karın en temiz ,en derin yerinden dolduraeel çarşafımıza..” diye döne döne tembihledi .Dürdane, hazırlığını çoktan bitirmişti, evdekilerle vedalaştıktan sonra okula geldi. Okul bahçesi oldukça hareketliydi. Geziye gideceklerde ayrı bir heyecan vardı. Nafiye, Dürdane’yi görür görmez hemen el etti. Kucaklaştılar…
Ahmet öğretmen, telaşlı, aynı zamanda biraz tedirgindi. Neşeli olmadığı kaşlarının ortasındaki kalın çizgilerin çatıklığından belliydi. Mehmet’e sıkı sıkı bir şeyler tembih ediyordu ama konuşmaları duyulmuyordu. Mehmet, beşinci sınıftı ,diğer arkadaşlarına göre daha olgun, onlardan daha pratik, daha cesaretli, kara yağız bir çocuktu. Okul dışında çobanlık da yaptığı için gidecekleri çevreyi çok iyi biliyordu. Ahmet öğretmen, öğrencilerin başına Mehmet’i görevlendirdi. Zil çalınca, öğrencileri etrafına toplayarak, geziye giden bütün öğrencilerin Mehmet’in sözünden çıkmamalarını tembihledi…
Mehmet Çetin’in sorumluluğunda Çamalanı(İşamalanı) gezisi başlamıştı, güle oynaya yola çıktılar, herkes çok heyecanlıydı, bir an önce Çamalanı’na varmak için can atıyorlardı .Nafiye, Çamalanı’nın methini çok duymuş ama hiç görememişti. Dürdane, Nafiye’ye gidecekleri yeri hararetli hararetli anlatıyordu. Türküler, şarkılar eşliğinde epeyce yol aldılar, yol yokuş olduğu için çok yorulmuşlardı. Tahtalı Orman Sahası’nda dinlenmeye karar verdiler. Biraz dinlendiler. Mehmet’in komutuyla toparlandılar, ormanlık ve dik yamaçlardan geçerek Dinlenişliğe vardılar,ilerde uçsuz bucaksız İşamalanı görünüyordu. .O kadar sevinçliydiler ki çocukların bir kısmı karşıdaki geniş alana ilk varabilmek için öküz arabası yolundan koşmaya başladı. Geride kalanlar da bu yolda dinlenmeye karar verdi. Soluk soluğa kalmışlar epey yorulmuşlardı, etraf kalem gibi düzgün çam ağaçlarıyla doluydu, zaten ismini de bu düzgün ağaçlar ve önündeki geniş alandan almıştı İşamalanı (Çamalanı).Yerler, kaygandı, hafif kırağı çalmıştı. Maktalardan kesilen ağaçlar, farklı noktalara istiflenmişti. Mehmet, herkesi bir araya topladı, sağa sola çok uzaklaşmamalarını; tomruk yığınlarının üstüne çıkmanın; ağaçlara tırmanmanın tehlike oluşturacağını, sıkı sıkı tembih etti.
Çocukları için en iyi dinlenme oyundur. Çocuklar. bir anda birbirlerini kovalayarak, çığlık atıp, şarkı söyleyerek etrafa dağıldılar. Dürdane ile Nafiye, az ilerdeki tomruk yığınlarının önündeki kağnı yoluna oturmuş, azıklarını karıştırmışlar bir şeyler atıştırıyor, bir yandan da kahkaha atıyorlardı. Yorulanlar, çaresizce bir köşede soluklanıyorlardı.
Kuş sesleri, bir ara yerini kasvetli bir sessizliğe bırakmıştı. Güneş, sık ağaçların arasından süzülmekte, etraf az az ısınmaktaydı; kuş cıvıltıları, hafif uğuldayan rüzgâr, çocuk seslerini bastırıyordu. Mehmet, kendisine verilen sorumluluğun bilincindeydi. Dikkatle sağı solu gözlüyor, etrafa: “İn aşağı, yavaş koş, taş atma,..” gibi talimatlar yağdırıyordu .Az ilerde tomruk yığınları üzerinde oynayanları gördü. Koştu onları ,tomruk yığınlarının üstünden indirdi..Dürdane ile Nafiye, doğanın güzelliğine teslim olmuş, adeta kendi dünyalarını kurmuş gibiydi. Hafif bir çıtırdı duyuldu. Dürdane ile Nafiye birden irkildi, birbirlerine sarıldılar, etraflarına bakındılar…Boşuna korktuk, dercesine gülüştüler. Dürdane, tekrar bakındı, çocuklar, bir aşağı bir yukarı, tomruk yığınlarının üstüne gizli gizli inip çıkmaya devam ediyorlardı. Az ilerdeki ağacın tepesindeki sincap, hem çocukları gözetliyor hem de bir şeyler atıştırıyordu: ”Ne kadar sevimli değil mi?” diye seslendi Nafiye…Gülümsediler. .Etrafta birden garip bir sessizlik oldu. Uzaktan, çok uzaklardan orman işçilerinin cılız balta sesleri tek tük seçiliyordu. Az önceki çıtırtıyı bir kez daha duydular: ”Biri bize şaka yapmak istiyor, akıllarınca bizi korkutacaklar.” diye söylendiler. Dürdane:”Kim var orda!” diye sertçe seslenirken. Nafiye’ye de göz kırptı. Ses yoktu...Gözgöze geldiler, birbirlerine sarıldılar.. Çıtırtılar çoğaldı, sanki oturdukları yer hareket ediyordu: ”Kaçın ordan, çabuk gaçılın ordan!” seslerini duydular, çığlıklar artıyordu. Mehmet, ağaca çıkan arkadaşlara kızıyordur, diye aklından geçirdi Dürdane..Tepelerinde bir hareketlenme olduğunu hissetti ama çok geçti artık; Nafiye, Dürdane’ye sarıldı.derken büyük bir gürültü koptu,çığlıklar ağlamaya dönüştü, sanki korku filmiydi yaşananlar. Koca koca kütükler adeta tepelerinde uçuyordu. Etraf kararmıştı. Kulaklarında bir sıcaklık, vücudunda bir halsizlik hissetti Dürdane..Ağzına kan tadını geldi. Aklında tek şey vardı, biricik arkadaşı Nafiye.. Cılız ,biraz da ürkek bir sesle :
Nafiyeeee! Nafiye.!
Önce Mehmet koştu devrilen kütüklere doğru::”İnşaallah yanlış görmüşümdür, çocuklar, burda olmasınlar ,Allahım yardım et!’” diye bağırıyordu. Gördüğü manzara korkunçtu. Tomruk yığınlarının üstünde oynayan çocuklar, tomrukları yerinden oynatmış; yığınların önündeki destekler de buzların çözülmesi ile yerinden çıkmış, kütüklerin devrilmesine neden olmuştu. Mehmet,. önce cılız bir inilti duydu.. Dürdane ile Nafiye, kütüklerin altında kalmış, ezilmişlerdi; buna rağmen birbirlerine bakıyorlardı. Nafiye’nin kulaklarından, Dürdane’nin kafasından kan fışkırıyordu. Etraf ana baba günüydü, az önce sevinç çığlıklarının yükseldiği Çamalanı ağlama ve feryatlarla yıkılıyordu...
Mehmet Çetin’le Faruk, göz göze geldi. Mehmet :”Faruk çabuk koş, köye ,öğretmene haber ver yaralılar var, acil bir doktor bul…”.Sözünü tamamlamadan Faruk, adeta bir kuş gibi süzüldü. Hem koşuyor hem de ağlıyordu. Koştu, koştu. Faruk ,Çamalanı’ndan uzaklaştığını ,feryadların gittikçe cılızlaşmasından anlıyordu. Hem koşuyor, hem de gözyaşlarını dirseğinin köşesiyle silmeye çalışıyordu. Sendeledi, taşa takıldı,toparlandı;hızını daha da arttırdı:” Allahım, arkadaşlarımıza bir şey olmasın, onları bize bağışla.”diyordu. Köye ulaşmayı, köy camisinin minaresini uzaktan da olsa görmeyi hiç bu kadar istememişti. Nefes nefeseydi, bir yandan da Dürdane, ile Nafiye’yle geçen günleri, anıları hatırladı, hatırladıkça da acısı büyüdü. Nefes nefeseydi, dinlenmeye hakkı yoktu:”Allahım, bir kuş yap da uçur beni..”Yutkundu, boğazındaki son tükrük parçasıyla dilini ıslattı. Koştu ,koştu, koştu…
Okulun çatısını ve caminin minaresini gördüğünde rahatladı. Okul bahçesindeki öğrenciler, bir o yana bir bu yana koşturuyorlardı. Onlara el etmek, bana doğru koşun, bir bardak su getirin, demek istiyordu ama bir türlü başaramıyordu :”Son bi gayret Faruk!” diyerek, kendine moral verdi. Okul bahçesine kan ter içinde ulaştı. Ahmet öğretmenle göz göze geldiler, öğretmenin yanında eşi de vardı.. Faruk’a doğru koştular. Faruk:” Tomruk, tomruk öğretmenim!” dedi ve yere yığıldı. Faruk’a bir bardak su içirdiler. Olanları bir solukta anlattı… Ahmet öğretmen yıkılmıştı :”Süt tozunuzla batın. Ben şimdi bu çocukların hesabını nasıl veririm’” diye dövünüyor, eşi de “yavrularım, yavrularım!” diye feryat ediyordu..
Kara haber tez duyulmuştu. Bir anda okul bahçesine mahşeri bir kalabalık toplandı. Kesim sahasına erzak getiren bir motorcu durdurularak jandarma ve doktora haber salındı…Olayı duyanlar, Faruk’un bitkin halini umursamadan:”Goçum ,nahıl oldu,öldü mü yosa çocuklar.. bak yalan söleme…”gibi meraklı sorulara devam ediyorlardı..Hatipoğlu, yaşananlara ,dayanamadı, müdahale etti:”Ülen arkadaşlar yapdınız ayıp,sabıya bi eferin, bi geçmiş olsun demeden, köpek gibi boğcaladınız…Gaçılın enderden.çocuk bi nefes alsın..Goçum,geç içeri bi yere otur baken..’”dedi.
Okulun bahçesi gittikçe kalabalıklaşıyordu. Çocuğunu okul bahçesinde göremeyen.” A gara guzum” diye feryadı basıyor, öğretmenlere beddua üstüne beddua ediyorlardı…
Ahmet öğretmen, ne yapacağını bilemez bir halde olay yerine doğru var gücüyle koşmaya başladı. Köylüler de Ahmet öğretmenin ardından homurdanarak yürüdüler... Kalabalık ve uğultu okul bahçesinden uzaklaşırken Faruk da bir başına, acı ve korkularıyla kalakalmıştı…
Nafiye, dersler bitince, Dürdane ile vedalaşır, hiçbir yere sapmadan doğrudan eve gelir, evin işlerini yapmaya koyulurdu, her gün aynı saatte Hatipoğlu da Nafiye’nin evinin ordan geçer, birbirleri ile şakalaşırlardı. Nafiye, okuldan gelir gelmez, Hatipoğlu’nun ordan geçeceğini bildiği için şerbeti hazır ederdi. Geç kalmıştı Nafiye o gün…Nafiye’nin annesi de Nafiye’nin geç kalmasına alışık olmadığından , Nafiye gelecek diye yolu gözetlemekte, bir yandan da Nafiye’ye söylenmektedir:”Nafiye, a Nafiye yuuu! Nerdesin ay imansızın enii, acaba kimile aazıını gerer ne bilen..”
…
Hatipoğlu, annenin Nafiye’ye sitemlerinin hepsini duymaktadır. Nafiye’nin başına gelenleri bildiği için ordan adeta kaçarak uzaklaştı, gözyaşlarını içine akıta akıta mırıldanıyordu:
Doğanca’nın üstünde Azrail dolanır,
Acılar,dertler birbirine ulanır.
Dürdanem, Nafiyem, bir tek yürek,
Nazlı mı nazlı hem de ürkek,
İşamalanı’nda tomruklar, bastı üstüne.
Melekler,çağırdı cennet köşküne.
Analar yandı, babalar gavruldu,
Öğretmen Ahmet, can evinden vuruldu;
Her biri dört bir yana savruldu.
Dürdane, Nafiye,serildi de yerlere,
Sıcacık kanları saçıldı yerlere,
Şimdi nasıl derin ,ben bunu ellere,
Şimdi nasıl derin ben bunu anneye?
Sincakgoya’na bir ateş düşdü,
Herkes bir anda yollara düşdü;
Kimi ihmallik der kimi de kaza
Ara verilsin artık düğüne ve saza,
Körpecik fidanlar toprağa düşdü.
Hatipoğlu, bundan sonra talihe küsdü.
Ahmet öğretmen ve köylü kan ter içinde Çamalanı’na ulaştılar. tomruklar kaldırılmış. Dürdane ile Nafiye, boylu boyunca uzanıyorlardı. Ahmet öğretmen ve eşi sürekli ağlıyordu…
Jandarma ile birlikte doktor geldi. Jandarma kalabalığı dağıttı. Doktor,dikkatle Dürdane ile Nafiye’yi muayene ediyordu, etrafta derin bir sessizlik hakimdi. Çamalanı’nda, zaman durmuş, rüzgâr esmiyor, kuşlar ötmüyor, kimse nefes almıyordu.
…
“Ex!” dedi doktor. Kimse bir şey anlamadı. Herkes birbirine bakındı. Öğretmen Ahmet ve eşi yine ağlamaya başladı. Demek ki doktor, kızlar vefat etti, demek istemişti. İçin için kızdılar doktora ölümün köylücesini söylemediği için...
. Çocuklar çığlık atıyor; yaşlılar dua ediyor, bir sarhoş da talihe sövüyordu. Akrabalar ise kendilerini yerden yere atıyor, saçlarını yoluyorlardı.
Mehmet Çetin, kahrolmuştu; öğretmenin bıraktığı emanetlere sahip çıkmadığını düşünüyor, kendini suçluyordu:” Keşke tomrukların yanına dikelsedim de kimse yığınların üsdüne çıkamasıydı. Oldum olası haz etmedim zaten sizi işamğacı, iki lokma ekmek için tomruklarınız onca sevdiklerimizi, gencecik canlarımızı alıp götürdü İşamağacı !Allahım bu ne böyük bir acı…!”
Arife, Nafiye’nin dayı kızı, Açmezarı’nda sığır güderken aldı kara haberi,çocuktu ama ölümün soğukluğunu çok iyi biliyordu, o anda yoldan geçen tomruk arabaları, arabaların üstüne yüklenmiş tomruklar, Arife’ye korkunç katiller gibi görünüyordu. Hıçkra hıçkıra:”Katil tomruklar, katil işam ağaçları!” diye ağlamaya başladı.Dayanılmaz bir acıydı yüreğindeki.Hem ağlıyor hem de sızlanmaya devam ediyordu:
“Açmezarı’nda duydum senin öldüğünü,
Ne olur, yalan deyin!
Daha dün gördüm saçın ördüğünü,
Muzaffer dayım duymasın sakın;
Ölemez abam, ne olur eyice bakın
Nafiye abam , n’olur bırakma bizi…”
Olay yerine feryat ede ede az sonra Hökümet de geldi. Un almak için Konya’ya giden Hökümet’i Jandarma yoldan çevirmiş ama kızının öldüğünü söylememişlerdi. Hökümet, koşarak, Jandarma çemberini yardı. Dürdane’ye doğru yöneldi:”Dürdanem, gııızımm,yavruuum,guzuuum!” diye diye koca alanı inletti… Önce Dürdane' nin gülümseyen yüzüne baktı, saçlarını okşadı, ne olur galk, üzme beni, diyerek omuzlarından sarstı. Dürdane'nin ala kanlı buz gibi yüzüne bir öpücük kondurdu. Dürdane’nin kalbini dinledi. Dürdane’nin dudağına kulağını yasladı, galk gızım aşaam olacak, az sonra, galk evimize gedelim, diyerek bütün gücüyle Dürdane' yi omuzalarından sarstı ;cebinden çıkardığı, aynayı Dürdane’nin dudaklarına tuttu.. Hökümet’in gözüden akan iki damla yaş, Dürdane'nin alnına düştü.Bütün teselliler, anlamlı sözler, coşkun akan dereler; gökte uçan kuşlar; en güzel yiyecekler, aşklar, çardakta sırtüstü yatan neşeli insanlar, dükkâna gelen müşteriler, yaylalardaki buz gibi sular; Hemşeri Salih’in gülüşmeleri anlamsızdı artık .”Çocuklumun düşüydün sen ey İşamalanı…Oğlak ,guzu güddüüm, çiçeklerini gendimden geçerek tüddüüm; çellik,çomak, çivi çakması, arası kesme oynaadıım, cıngırtlağa bindiim; sütün en gaymaklısını yediim; anacığımın hiç gocamadığı,hep dinç galdığı düş ülkem;çocuk uruhumun beslendii İşamalanı, gızıma mezer oldun. Benim için artık cehennemsin.” diyerek için için ağladı Hökümet..
Doktorun “ex” sözü ile Dürdane ile Nafiye’nin ölümünü resmileştirmişti ama bir gerçek daha var ki doktorun bu sözü iki güzel yüreğin arkadaşlığını da ölümsüzleştirmişti. Sabah oldu cenazeler alındı. Ahmet öğretmen de Dürdane’nin yerde kalan sofra bezini aldı. Bütün umutlar tükenmişti. Defin işleri konuşuluyordu. Köylüler, Dürdane ile Nafiye’nin yanyana defnedilmesini istediler. Nafiye’nin babası Muzaffer(Muhsincik): ”Ben guzumu buralarda goman.Evin öndeki mezerliğe yatıracan gızımı” dedi. Nafiye’nin köyün diğer mezarlığına defnedilmesini istedi.
Dürdane, toprağa verilirken Zekiye’nin de acısı tarifsiz,sızısı dermansızdı.Feryadları yürekleri dağlıyor, ağıt yakıyordu:
” Çocuma beşik, gapıma eşik,
Azıma gaşık, oldun işam alanı.
Alañına âşık , mevsimiñe maşuk oldum da ne oldu işam alañı?
Arıma govan, tallama soğan;
Üsdüme bir güneş gibi doğan;
Yüremi buz gibi soyan;
Beni bu hallara goyan;
İşamalañı..
Gönlümde ferman,
Dizimde derman goomadın işamalanı!
Bobacın ile goyun guzu güderdik,
Bi tarafdan da seni tüterdik;
Sevgimizden gendimizden de geçerdik;
Gızım, guzuum,biz buralarda niderdik?
Gönlümde ferman,
Dizimde derman goomadın işamalanı!
Bobacın ile goyun guzu güderdik;
Bı tarafdan da seni tüterdik;
Sevgimizden gendimizden de geçerdik;
Gızıım, biz buralarda niderdik
Yaakdıın gavurdun bizi İşaamalanı!
Acılar tazeydi, yaralar derindi. Çevreden baş sağlığı için gelenler, Hökümet’e öğretmenlerden davacı olması için sürekli telkinde bulunuyorlardı. Hökümet, onca acısına rağmen:”Sağolun varolun arkadaşlar, dostlar, kimse benim çocumu kasıtlı öldürmedi, bir kazadır oldu. Öğretmen kırmak ister mi yetiştirdiği, suladığı bir fidanı. Boş verin makemeyi, bi suç varısa zaten, devlet gerekeni yapar.” diyerek kendini yönlendirmeye çalışanları kibarca gönderdi.
Nazife’nin akrabaları, özelikle amcası Mustafa, Ahmet öğretmene çok acı sözler sarf etti. Ahmet öğretmen, yeterince yıkılmıştı, bir gün içinde gözlerinin altında halkalar oluşmuştu. Kolay değildi Ahmet öğretmen için yaşananlar, öğrencisinden öte iki canı gitmişti, Mustafa’ya:”Mustafa Bey, çok acıkan çok yer, canı çok acıyan çok der. Sizin acıyla bu lafları bana söylediğinizi biliyorum. Canınız sağ olsun. En iyi ilaç zamandır” diyerek ordan uzaklaştı..
Dürdane ile Nafiye’nin ölümünü Ahmet öğretmen, aklından çıkaramıyordu. Okulda her öğretmenler odasına girdiğinde ,Dürdane’nin sofra bezini masanın üstünde görüyor. morali bozuluyordu.Günlerce düşündü, dayanamıyordu artık. Sofra bezini Dürdane’nin evine götürmeye karar verdi. Elinde sofra bezi, Hökümet’in evine geldi, kapıyı çaldı. Zekiye açmıştı kapıyı,Ahmet öğretmeni karşısında görünce önce irkildi, sonra gözleri doldu. Ne yapacağını şaşırmıştı, Başındaki yazmayı düzeltti, sonra:”Buyur Hocam.”dedi. Birden Ahmet öğretmenin elindeki sofra bezine gözleri takıldı. Ağlamaya başladı.
Sen getdin yavrum. çarşafın geldi geriye,
Anacığın ,bobacığın döndü deliye,
Bu acıylan çıkamam artık geceye.
Acep geçer mi ki bu acı seneye?
Koklamaya gıyamazken senin gül yüzünü,
Düşürdün yüreğime ayrılık hüznünü.
Dürdanem, Nafiyem,
Galk , desem yatsam senin yerine,
İnsem insem metrelerce derine.
…
Ahmet ve Hüseyin öğretmen, olayda kusurları olduğu gerekçesi ile mahkemeye çıkarıldılar, köylülerden birkaçının ve öğrencilerin ifadeleri alındı.. Müfettişler, olayın yaşandığı güne ait evrakların resmiyete uygunluğunu incelediler, mahkemeye gerekli raporu verdiler.
Haziran ayıydı. Ahmet öğretmene mahkemenin sonuçlandığına dair bir karar geldi. ”Kararda, gereğinin düşünüldüğünü, yapılan soruşturma ve şahitlerin dinlenilmesi neticesinde, gezide yaşanan talihsiz kazayla ilgili öğretmenlerin bir kusurunun olmadığı, gezi için yapılan gezi ve inceleme plânının ve serbest etkinliğin yıllık ve günlük plânlara uygun olduğu tespit edilmiştir….” yazıyordu.
Ahmet öğretmen ,yazıyı hızla okudu okudu. Kâğıdı buruşturarak kenara attı. Gözleri okul bahçesine daldı. Dürdane ile,Nafiye’nin oyun oynadıkları köşede sanki onları görür gibi oldu: ”Sizi çok özlüyorum yavrularım!” dedi. Gözlerindeki yaşlar, dudaklarına doğru süzüldü..
Dürdane ile Nafiye’nin ölümü öğretmenleri derinden sarstığı gibi okuldaki arkadaşlarını da çok yaralamıştı.. Günlerce, aylarca bu acı ölümün etkisinden kurtulamadılar. Dürdane ile Nafiye’yi özledikçe mezarlarını Ahmet öğretmenle ziyaret ettiler.İ kisinin arkadaşlığını ,dostluğunu hep konuştular.
OCAĞIM SÖNDÜ
Yavrum getdi bir Nisan günü,
Kelebek gibiymiş insanın ömrü.
Mevlâm ayırdı bizi bizden,
Kim kalmış ki geriye de zaten?
Kara Nisan ,karar da gal!
Ocağım söndü, ocağım yandı!
Kimi bahara, kimi yaza gandı,
Söyle söyle bu dünya sana mı galdı?
Nisanlar hep içimde bir dörpü,
Hasret bu, içimde geçilmez bir köprü.
Ne de kısaymış yavrumun ömürü,
Yıkıldı üstüne koca koca kütükler,
Dayanamam ben bu ayrılığa yavrularım!
Her yolcuyla selam gönderirim size,
Boban ağlar, yaşamak haramdır bize.
Günü aya,ayı yıla ekler de eklerim,
Acep gelirmin dee hep burada beklerin.
Kara Nisan, sen gelme sakın!
Helâl değildir asla sana hakgım,
Koca koca kütükler geçer guzumun üstünden,
Yetişin, gurtarın gomşularım,
Kara Nisan,sen gelme sakın!
Helâl deeldir asla sana hakgım,
Mezer soğuk , mezer garanlık,
Yetişin yetişin ışıkları açın!
Yakar köz eder beni duygularım,
Apansız çekip getdi benim guzularım.
Uluşur uruhumda hep gara gara köpekler,
Bağrım yanar,her gün sızıların.
Sizi hep hep özlerim yavrularım.
İşamalanı’nda galdı gızım,
Bunun içindir benim yürek sızım,
Yetişin, gurtarın gomşularım.
Zekiye’yi dinleyen Hökümet ,:”Geç geldin çabuk gittin a guzum, Dinmez bağrımdaki sızım!”diye gözyaşlarını içine akıtıyordu..
Garaslan çeşmesi gürül gürül akıyordu,Yalnızdemirci’den Gevenes’e bir bulut yol alıyor, Asar yönünden gelen bir çobanın hasret türküsü yürekleri dağlıyordu .Zekiye, çeşme başında her zamanki gibi ağıtlar yakmaya devam ediyordu.
Yazan: Şenol ŞEN
EĞİTİMCİ-YAZAR
Kaynak kişiler:
Ahmet SOLMAZ
Zeyni YILMAZ
Faruk KAPTANOĞLU
Mustafa ÖZDEMİR
Mehmet YILDIZ
Not:Yazı gerçek bir olaydan hareketle, kurgulanarak kaleme alınmıştır.
Fotoğraflar:Rahmi YILDIRIM (Emekli öğretmen)
Doğanca Gençlik Sayfası